Şimdi 1921 yılı Ağustos başlarındayız. Yunan ordusu 13 Ağustos 1921 günü Sakarya'daki Türk mevzilerine doğru yeniden ileri harekâta başladı. 15 Ağustos 1921 günü Yunan Kralı Konstantin, ordularına "Ankara'ya!" emrini verdi. Durmaksızın ilerleyen Yunanlılar, birçok şehir ve kasabalarımızı işgal ederek sonunda Sakarya'daki savunma hattımıza dayandılar. 23
Ağustos 1921 günü, Yunan ordusunun taarruzu ile Sakarya Meydan Muharebesi
başladı. Bütün cephe boyunca taarruz ve karşı taarruzlarla çok şiddetli
muharebeler oldu. Yunan taarruzu, bir çok yerde kıtalarımız tarafından
düşmana ağır zayiat verdirilerek durduruldu. Ancak takviyeli Yunan
kuvvetlerinin önemli mevzilerimizi ele geçirdikleri, Poiatlı'ya kadar
yaklaştıkları, top seslerinin Ankara'dan duyulduğu zamanlar oldu. Türk
mevzileri bir çok noktada yarılmasına rağmen, her nokta inatla savunuluyor,
kaybedilen her hattın gerisinde yeni bir savunma hattı oluşturuluyor,
böylece düşmanın ilerlemesine imkân verilmiyordu. Zira Başkomutan, savaş
stratejisi için şu formülü koymuştu: "Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa
vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın
kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için, küçük büyük her birlik
bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük, büyük her birlik, ilk
durabildiği noktada, tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam
eder. Yanındaki birliğin çekilmek zorunda kaldığını gören birlikler, oria
tâbi olamaz. Bulunduğu mevzide sonuna kadar dayanmağa ve mukavemete
mecburdur".
Başkomutanın ortaya koyduğu, harp yönetimi bakımından büyük
önem taşıyan bu kural, Sakarya'da aynen uygulanmış ve mukaddes vatan
toprakları, her kaybedilen hattın gerisinde vakit geçirmeksizin yeniden bir
hat teşkili suretiyle sonuna kadar savunulmuştur. Düşman aştığı her tepenin
ardında "Ankara var!" hulyasıyla harp ediyor, Mustafa Kemal Paşa ise Yunan
kuvvetlerini, son darbeyi indireceği yere, memleketin harim-i ismetine
çekiyordu. Nihayet düşmanın taarruz gücü, ilerleme kuvvet ve kudreti
gittikçe tükenmeye başladı. Yunan birlikleri ana mevzilerinden çök
uzaklaşmış, gerçekten Türklerin harim-i ismetine düşmüştü.
Artık taarruz sırası
Türklerindi. 10 Eylül 1921 günü başlayan karşı taarruzumuzla düşmana ağır
zayiat verdirilmiş, bu taarruz sonucu Yunanlılar batıya doğru çekilmeye
başlamıştı. Bütün savaş boyunca cepheden ayrılmayan Başkomutan Mustafa Kemal
Paşa, zaman zaman da en ileri meyzilerde görürimüş, hatta ateş hattına
girmişti. Başkomutanın en ileri hatta, taarruz eden kıtaların yanında
görülmesi ve muharebeyi ateş hattında bizzat takip edişi şüphesiz ki subay
ve erlerimizin maneviyatları üzerinde büyük tesir yaptı.
"Sakarya Meydan Muharebesi" adını alan bu büyük ve kanlı savaş, 22 gün 22
gece devam etmiş ve nihayet 13 Eylül 1921 günü, düşman Sakarya Nehri'nin
doğusunda tamamen imha edilerek büyük bir zafer kazanılmıştı. Bu anlamlı ve
büyük başarı üzerine 19 Eylül 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi
tarafından, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'ya Kanunla Müşir (Mareşal) rütbesi
ve "Gazi" unvanı verildi. Sakarya Zaferinin sonuçları siyasî alanda da
kendisini gösterdi. 13 Ekim 1921'de Kafkas Cumhuriyetleri ile Kars
Antlaşması, 20 Ekim 1921'de Fransızlarla Ankara Antlaşması imzalandı.
Sakarya Meydan Muharebesinden sonra mağlup Yunanlılar, Afyon-Eskişehir
hattına kadar çekilmişler, bu bölgede mevzilerini kuvvetlendirmek, önemli
yerleri tel örgülerle takviye etmek suretiyle savunmada kalmışlardi.
Düşmanın bu geniş hat üzerinde üç kolordusu bulunuyordu.
Yunanlıların, tutundukları bu son mevzilerden de atılmaları, Türk ordusunun
kesin sonuçlu bir muharebeyi kazanmasına gerek gösteriyordu. Ancak bu
suretle düşmanın Anadolu'dan tamamen çıkartılması mümkün olabilecekti. Diğer
taraftan gerek Yunanlılar gerekse İngilizler, mevsimin ilerlemiş olduğu,
Türk hükûmetinin içinde bulunduğu güçlükler ve Anadolu'daki ekonomik durumun
ağırlığı sebebiyle Türk ordusunun genel bir taarruzunu imkânsız görüyorlar;
ordumuzun bir süre daha dayandıktan sonra ister istemez barış isteğinde
bulunacağını hesaplıyorlardı. Bu sebeple kendileri barışa yanaşmıyorlar,
işgal ettikleri toprakları ellerinde bulundurarak vakit kazanmak suretiyle
daha kârlı çıkmayı amaçlıyorlardı.
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ise düşmanın hayal ürünü bu hesaplarının
dışında taarruz hazırlıklarını sürdürmek suretiyle gerçekçi bir yol izliyor;
ancak taarruzun zamanını ve şeklini son derece gizli tutuyordu. Çünkü
Atatürk'e göre, "Yarım hazırlıkla , yarım tedbirlerle yapılacak taarruz, hiç
taarruz etmemekten daha kötü idi". Nihayet eldeki bütün imkânlar
kullanılarak, memleketin maddî ve mânevî bütün güçleri seferber edilerek
taarruz zamanının geldiğine karar verildi. Ama yine de Yunanlılar asker
sayısı, araç ve gereç yönünden üstünlüklerini korumakta idiler.
Başkomutan tarafından en ince ayrıntılarına kadar hazırlanan Büyük Taarruz
ve onu izleyecek meydan muharebesi planı, 27/28 Temmuz 1922 gecesi,
Akşehir'e çağrılan ordu komutanlarına açıklandı. Onların da görüşleri
alınarak Batı Cephesi Ordularına 6 Ağustos 1922'de gizli olarak "taarruza
hazırlık" emri verildi.
Büyük taarruz planı gerçekten dâhiyane, dâhiyane olduğu kadar da cüretli ve
tehlikeli idi. Zira ku.vvetlerimizin hemen tamamı, taarruzun siklet merkezi
olarak kabul edilen Afyon-Konya demiryolunun güneyine kaydırılmış, başka
cephelere kuvvet ayırma hususu ister istemez ikinci planda düşünülmüştü.
Bunun sonucu olarak Eskişehir-Ankara istikameti açık denecek bir durumda
bırakılmıştı. Keza cephenin ağırlık merkezi olarak kabul edilen bölgenin
arkası da göller bölgesine dayanıyordu. Başarısızlık halin- de, bu bölgede
savaşan l. Ordu'nun akıbeti kritikleşebilirdi.29/2
Bu
plan, ancak büyük komutanların sevk ve idaresinde başarıya ulaşabilirdi ve
bütün riskleri etkisiz kılacak faktör, ne pahasına olursa olsun mağlup
olmamak kararı idi. Gerçekten de öyle oldu.
26 Ağustos 1922 sabahı saat 5.30 da topçularımızın ateşiyle
Kocatepe'den Büyük Türk Taarruzu başladı. Başkomutan da bu esnada
Kocatepe'de bulunııyordu. Taarruz, kısa sürede Afyon Konya demiryolu hattı
boyunca başarılı bir şekilde gelişti. Bu hattın güneyinden I. Ordu,
kuzeyinden II.
Ordu taarruz ediyordu. Ancak cephenin ağırlık
merkezi, I. Ordu bölgesinde toplanmıştı.
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'nın büyük bir basiretle ateş hattında
yönettiği bu taarruzda ordumuzun Genelkurmay Başkanlığını Fevzi (Çakmak)
Paşa, Batı Cephesi Komutanlığını İsmet Paşa üstlenmişti. I. Ordu'ya Nurettin
Paşa, II. Ordu'ya Yakup Şevki Paşa Süvari Kolordusu'na da Fahrettin (Altay)
Paşa komuta ediyordu.
Süratli taarruz sonucu, 26/27 Ağustos gecesi Yunan ordusunun bir çok mevzü
düşürüldü. Ani baskın şeklinde gelişen bu taarruz karşısında şaşıran
Yunanlılar çekilmeye başladı. 27 Ağustos 1922'de ordumuz düşman işgalindeki
Afyon'a girdi. Türk ordusunun bu ilerleyişi karşısında Yunan ordusu,
Dumlupınar mevzilerine çekilme kararı aldı. Kuvvetlerimiz 29 Ağustos günü de
Dumlupınar mevzilerine taarruza başladı. 30 Ağustos günü Dumlupınar
bölgesinde 200.000 kişilik Yunan ordusu tamamen kuşatılmıştı. "Başkomutan
Meydan Muharebesi" adını alan bugünkü savaşta, düşmanın büyük kısmı imha
edildi. Bu gece Kütahya da ordumuz tarafından kurtarılmış bulunuyordu.
Ancak, mağlup düşmanın çekilme yollarının da kesilmesi ve İzmir
doğrultusunda aralıksız takibi gerekiyordu. Başkomutan,1 Eylül 1922 günü
komutası altındaki kuvvetlere: "Ordular! İlk hedefiniz Akdenizdir, ileri!"
emrini verdi.
Son süratle İzmir yönünde ilerleyen kuvvetlerimiz, 1 Eylül' de Uşak'ı, 2
Eylül'de Eskişehir'i, 3 EyIül'de Nazilli, Simav, Salihli, Alaşehir ve
Gördes'i, 6 Eylül'de Balıkesir ve Bilecik'i, 7 Eylül' de Aydın'ı, 8 Eylül'de
de Manisa'yı kurtardılar. Bu takip esnasında l. Yunan Ordusu Komutanı
General Trikopis ile 2. Yunan Ordusu Komutanı General Diyenis ve bir kısım
yüksek rütbeli Yunan subayları esir alındılar. Nihayet Türk birlikleri 9
Eylül 1922 sabahı İzmir'e ulaştılar. Bu sabah Kadifekale'de Türk bayrağı
dalgalanıyordu. Artık Anadolu, 4 yıl süren düşman istilâsından, düşman
işgalinden kurtarılmış, "Türkiye Türklerindir!" gerçeği bir kere daha gözler
önüne serilmişti.
Mondros Mütarekesiyle başlatılan ve Sevr Antlaşmasıyla
gerçekleştirildiği zannedilen Türk milletini Anadolu topraklarından çıkarmak
ve tarihten silmek isteyen korkunç ve hain zihniyete karşı, milletimizin
maddî ve manevî bütün güç kaynaklarını seferber ederek kazandığı bu büyük
zaferler Atatürk'ün ifadesi ile tek bir amaca yönelikti: "Kayıtsız şartsız
bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak!" Atatürk diyor ki: "Hiç bir zafer,
gaye değildir. Zafer ancak kendisinden daha büyük bir gayeyi elde etmek için
gereken vasıtadır. Gaye, fikirdir. Zafer bir fikrin elde edilişine hizmeti
nispetinde kıymet ifade eder. Bir fikrin elde edilişine dayannıayan bir
zafer, ömürlü olamaz.
O, boş bir gayrettir. Her biiyült meydan
muharebesinden, her büyük zaferin kazanılmasından sonra yeni bir âlem
doğmalıdır, doğar. Yoksa başlı başına zafer, boşa gitmiş bir gayret olur". |